Hüsran Dolu Küçük Bir Zafer
Ağaçlar çiçek açmaya başlamış, baharın gelişini müjdeliyordu. Ancak hava bahar kokmaktan uzaktı; köyde derin bir sessizlik, ağır bir hüzün hâkimdi. Çocukların sesi, köyün dar sokaklarını dolduruyordu; ağlamaları yürekleri burkuyordu. Biraz ileride, yanındaki genç kadına moral vermeye çalışan bir adam dikkatimi çekti. Sözleri, korkusunu yatıştırmaya yetmese de sesinde bir umut arıyordu:
“Bunlar oyun, korkma!”
Adama yaklaştım. Gözlerimi ona dikerek sordum:
“Burada ne oldu?”
Adam önce şaşırdı, sonra beni tanır gibi oldu. Birden ayağa kalktı, sesi titreyerek:
“Komutanım… Siz misiniz? Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi.
Mutluluğu yüzünden okunuyordu, ama gözlerinde bir korkunun izi de saklıydı. Kısa bir sessizlikten sonra ekledi:
“Şurada Muhtar Mehmet var, komutanım. Ona sorarsanız size her şeyi anlatır.”
Teşekkür ederek yanından ayrıldım ve muhtarın yanına gittim. Beni gördüğünde yüzüne bir ciddiyet çöktü; elbiselerini düzeltip toparlandı.
“Muhtar Mehmet sensin, değil mi?” diye sordum.
Başını salladı.
“Evet, benim, komutanım. Hoş geldiniz. Buyurun, oturun!”
Etrafıma bakındım. Köy, sanki yılların yükünü bir gecede sırtlanmış gibiydi. Harap evler, yerle bir olmuş sokaklar… Bir iç çekerek sordum:
“Ne oldu burada? Yardım için pek çok köy gezdim ama böylesini görmedim.”
Muhtar Mehmet gözlerini yere indirdi. Bir an konuşamayacak gibi oldu, ama sonra kısık bir sesle anlatmaya başladı:
“Ah komutanım… Başımıza gelmeyen kalmadı. Civardaki köylerden daha zayıf olduğumuzu bildikleri için önce bizi vurdular. Çoluk çocuk demediler; caminin kapısını kırdılar, insanlarımızı kurşunladılar. On iki kişiyi kefenledik; bir haftadır yasımız dinmedi. Ne yapayım komutanım, söyleyin, neyleyeyim?”
Sözleri içimde ağır bir yankı yaptı. Bir şey söylemek istedim ama kelimelerim yoktu. Yutkunamadım. Sadece elimle işaret edip askerlerin yardımları köye indirmesini söyledim. Erzaklar dağıtılmaya başladı. İnsanlar bir nebze olsun nefes aldı.
Muhtara dönerek:
“Bu gece burada birkaç askerle kalıp güvenlik alacağız,” dedim.
Muhtar, minnet dolu bir sesle:
“Elbette komutanım. Hemen eve haber vereyim, size yatak hazırlasınlar.”
Gözlerine baktım.
“Zahmet vermeyelim, biz köşeye kıvrılırız,” dedim.
“Olur mu öyle şey, komutanım? Başımızın üstünde yeriniz var,” diye ısrar etti.
Bir Sabah ve Bir Çarpışma
Sabah, köyün sessizliğini keskin bir bağırış bozdu. Ne olduğunu anlamadan tüfeğimi kaptım. Askerlerimle birlikte kendimizi dışarı attık. Yolun başında, geri dönen birliklerimizi gördüm. Hepsi tükenmiş ama gururluydu. Onlara baktım, başlarını eğdiler. Gururum ve minnettarlığım gözlerimden okunuyordu.
Tam o sırada düşman köyün girişinde belirdi. Sayıca az olduklarını gördüğümde içimde bir rahatlama, ardından gelen bir korkuyla karıştı. Silah sesleri yankılanmaya başladı. Bazıları kaçtı, bazıları silahlarını bırakıp teslim oldu. Ateş edenleri tek tek indirdik.
Bu küçük zafer, köyün sessizliğini bozdu. Çocuklar artık ağlamıyordu, kadınlar bir nefes alıyordu. Fakat zaferin tadı, içimde bir buruklukla yoğruluyordu. Kaybettiklerimizi düşündüm. Köy meydanında Muhtar Mehmet’e dönerek:
“Merak etmeyin. Artık geri dönemezler. Biz de sık sık sizi kontrol edeceğiz,” dedim.
Muhtar, etrafındaki insanlara müjde verir gibi bir gülümsemeyle baktı. Çocuklara erzakları dağıttık, halkın yüzünde ilk kez bir umut ışığı gördüm.
Ama yine de… Gözüm, ağlamayı bırakmış gibi görünen çocuklara takıldı. Belki de biri, hâlâ evinde sessizce ağlıyordu. Bu zafer, içimdeki hüsranı silemedi. Çünkü bu topraklarda her zafer, bir kayıpla kazanılıyordu.
